9 Mart 2015 Pazartesi

SAVAŞIN EŞİĞİNDEN DÖNÜLMÜŞ



SÜLEYMAN Şah Türbesi'nde 10 aydır IŞİD tehdidi nedeniyle mahsur kalan askerlerin değiştirilememesi ile devam eden sinir bozucu belirsiz süreç 20 Şubat geceyarısı türbenin tahliyesi ile son bulmuştu.

Ardından, hükümet askerlerin burnunun bile kanamadan getirilmesini ve 40 km ötedeki türbenin yine Suriye sınırları içinde ama sadece 150 metre yakınımızdaki bir yere taşınmasını büyük başarı olarak nitelendirdi. Muhalefet ise vatan toprağının terkedilmesinin büyük bir skandal olduğunu söyledi. 

Ama o gece resmi açıklamalar haricinde çok şey yazılıp çizilse de, perde arkasında gerçekten neler olduğu hep merak edildi.

 Askeri ve diplomatik kaynaklardan gelen bilgilere göre, o gece kelimenin tam anlamı ile savaşın eşiğinden dönülmüş.

Ateş açın emri

Çünkü, Suriye o gece Türkiye'nin askeri hareketliliği üzerine kendi topçu birliklerine 'ateş açma' emri vermiş.

İşte oldukça güvenilir ve 'tarafsız' kaynaklardan o gece yaşananlar;

Harekat öncesi batılı büyük müttefik ülkelere haber verildi. Birleşmiş Milletler ve NATO da bilgilendirildi. Artık tesadüf mü bilinmez ama hatta ABD bölgede bulunan IŞİD mevzilerine öncesinde hava harekatı da düzenledi. Suriye'ye ve IŞİD'e de Türkiye'nin girip askerlerini alacağı söylendi. Bu ikisi ise bunun kabul etmedikleri yanıtını verdi.

3 plan 

Harekata giden süreçte 3 plan masadaydı. İlk plana göre, IŞİD'e askeri tehdit de kullanılarak açıkça baskı girişiminde bulunulup askerlerin getirilmesi ve değişimi sağlanacaktı.

İkinci planda, içeride yani sınır gerisinde ve havada savaş uçakları desteğinde iki tugayla içeri girilip Süleyman Şah Türbesi'ne kadar 35 kilometrekarelik bir tampon bölge oluşturulacaktı. O oluşturulan güvenli bölge de askerlerin vatana dönüşüne dek tutulacak, sonra da koaliyon güçleri ile işbirliği ile bölge boşaltılacaktı.

Ancak bu ilk iki projeksiyonda çok ciddi riskler saptandı ve o geceki planlama uygulamaya kondu. Adım atmadan önce de Suriye içinde o bölgede IŞİD ve Şam yönetimine ait nerede ne tür ateş gücü var teker teker bir saldırı anında karşılık verme ihtimaline karşı dijital olarak işaretlendi.

Artık herşey tamamlanmıştı. Önceden gerekli yerlere haber verilecek, 'dokunmayın kararlıyız yoksa ateş açarız' mesajıyla bir taburla girilerek türbeye de ulaşılıp tahliye tamamlanacaktı.

Fakat bu önceden sağı solun uyarılarak ardından işlerin kolay gideceğine yönelik öngörü ilerleyen saatlerde bir anda nefeslerin tutulduğu bir gelişme ile kesildi.

Çünkü, Türk askeri konvoyunun türbeye yaklaştığı saatlerde bir anda Türkiye'nin bölgede dinleme yaptığı Suriye bataryalarından gelen haberleşme kodları alarm durumuna geçilmesine neden oldu. 

Suriye bataryalarının karargahları ile yaptığı kodlu haberleşmelerin çözümlerine göre, ana karargahları Suriye topçusuna, 'tespit ettiğiniz noktada ateş açın' emri vermişti.

Bunun üzerine, sınırda bekleyen Türk Tugayı savaş durumuna geçirildi. Araçlar çalıştırıldı. Füze bataryaları Suriye'de işaretledikleri koordinatları girdi.

Sonrasında ise yakın tarihte görülmemiş bir karar verildi ve Türk Hava Kuvvetleri'ne ait 46 F-16 havadan karaya ve havadan havaya füzelerle yüklü olarak Hatay-Diyarbakır ekseninde uçurulmaya başlandı.

Bu arada, Suriye bölgede tam hakim olamadığında yer tespitini yapmakta zorlanıyordu. Suriye tarafı ilk atışta isabet ettirememesi halinde Türk F-16'ları ateş açılan yerlerdeki termal farklılığı hissederek o mevzileri yerle bir edebilirdi.

Bir iddiaya göre, Suriye verdiği "ateş" emrini Türkiyenin dinlemeden saptayacağını bilerek özellikle provoke etmek için seslendirdi. Yani, savaşa çekmek ve ilk adımı Türkiye'te attırmak için bir tuzaktı. 

Kısacası, her ihtimalde o gece tetiğe dokunacak bir acelecilik büyük bir felaketi beraberinde getirebilirdi.

'Süleyman Şah'ta ciddi kriz var askerlerimiz orada aylardır değiştirilemiyor' dediğimiz 28 Ocak'ta bize çok az kişi kulak vermişti.Hatta Türk halkı haricinde herkesi bildiği bu olayı yalanlamaya kalkanlar bile olmuştu. Ama peşini bırakmadık. Çünkü bu durum milli bir meseleydi. Dediklerimiz teker teker çıktı.

Şükürler olsun ki, askerler oradan en azından burnu kanamadan geldi. Ama Süleyman Şah'ın yattığı vatan toprağını orada IŞİD başta olmak üzere sıkıntılar nedeni ile bırakmak zorunda kaldık. Bu da bir gerçek.



19 Şubat 2015 Perşembe

SÜLEYMAN ŞAH ARTIK MİLLİ KRİZ

-HAREKAT MASADA

KAMPLAŞMA, giderek tırmanan nefret dalgası yetmiyormuş gibi ülkede ardarda yaşanan sosyolojik ve siyasi şoklar artık nefes almayı bile güç hale getiriyor.

Bir genç kızın alçakça katli, bir gazetecinin kartopu oynarken öldürülmesi,  Meclis'te milletvekillerinin yaralanmaları gibi ağır travmatik  haberler insanlarda umutsuzluk ve mutsuzluğu arttırıyor.

Bu tür olayların bir daha yaşanmaması için 'ne yapmak gerekir' diye düşünmesi gerekenler ise, bakıyorsunuz ertesi gün kendi açısından olayı siyasi malzeme haline getirip karşı tarafa saldırıyor.

İşte tam bunlar olurken, bu ülke diğer bazı kritik noktalarda da tüyler ürperten gelişmeler yaşıyor.

Tuzak içinde tuzak 

Daha da kötüsü, içinde tuzak içinde tuzak bulunan bu girdaplarda Türkiye akıllı davranmazsa tehlikeli oldu bittiler pusuda kendisini bekliyor.

28 Ocak'ta 'Süleyman Şah'ta tüyler ürperten iddalar' başlığı ile yazdığım yazıda bazı iddiaları gündeme getirmiştim. İddialara göre, yurtdışındaki tek vatan toprağı olan Suriye sınırları içinde Süleyman Şah Türbesi'ndeki Türk askerleri IŞİD tehlikesi nedeniyle 11 aydır değiştirilemiyordu.  Süleyman Şah Türbesi'ni koruyan askerler normalde 2-3 ay veya en geç 6 ayda değiştirilirdi.

Dün ulaşan bilgiler ise oldukça tatsız ve artık iddia değil gerçek.

Evet... Geçen Haziran'da, Ankara'nın 40 asker için gündeme getirdiği değişiklik isteği, bölgeyi işgal altında tutan IŞID tarafından reddedilmiş.

Sonrasında da bir kaç kez daha red yanıtı alınmış.

Yani, 'askerlerin uzun döneme dayanıklılık testi yapılıyor' gibi bahaneler doğru değil. Askerler o günden bu yana da orada mahsur kalmış durumda. Türbe'den ayrılıp yola çıktıklarında saldırı tehdidi halen devam ediyor. Erzak ve gıda temini bileTürkiye'den yapılamıyor. Bazen de temini IŞİD yapıyor.

Harekat masada

Bu durum son zamanlarda Ankara'da kapalı kapılar ardında çok yakından takip ediliyor. Masada, IŞİD ile Türkiye'de tutuklu bazı isimlerin değişim müzakeresi bile var. Ama, en dikkat çekeni ise; Eğer bu şekilde devam ederse Genelkurmay'ın kapsamlı bir harekatı bile düşündüğü. Bunun için farklı senaryolar bile çalışılmış.

İşte tam bu noktada ortaya karışık bir denklem ortaya çıkıyor. Çünkü, her ne kadar kapsamlı bir harekat bazılarının egosunu okşasa da, bu aynı zamanda Türkiye'nin bir başka ülkenin toprağında yüksek yoğunluklu çatışmaya girmesi demek. Sonrasında ise savaşın içine çekilmesi gibi bir büyük riski beraberinde getirebilir.

Bu seçeneği en azından şimdilik biraz geriye atan nokta ise, Kobani'den sonra IŞİD'in üzerine etkin şekilde gitmeye devam eden Kürt Peşmerge güçlerinin Süleyman Şah'ın olduğu bölgeye de çok yaklaşması. Yani, bu güçlerin IŞİD'i kovmaya yönelik bundan sonraki başarısı Türbe'de askerlerin Türkiye'ye dönebilmesi için çok hayati.

Yalnız bütün bunlar olurken IŞİD'in de çok hayati bir hamle yaptığını ve karargahın önemli bölümünü Süleyman Şah'ın etrafına konuşlandırdığı bilgisini verelim. Böylece, Türbe'yi bir kalkan olarak kullanan IŞİD, kendini de şimdilik sağlama aldığı düşüncesinde. IŞİD'e, Türk askerlerinin Türbe'den Türkiye'ye güvenli geçişini sağlaması halinde Irak'a dönebileceği teklifi de yapılmış.

Endişe yaratan bir diğer unsur ise, mutlaka Ankara ile hesaplaşmak isteyen IŞİD'in bazı saldırıları gerçekleştirme ihtimali. Buna, yurtiçinde sınıra yakın illerde terör saldırıları ihtimali de dahil. Zaten bu konuda valiliklere uyarı yazıları gitmiş durumda. Türkiye'nin  her yerinde arananlar var.

Her açıdan durum çok karışık ve can sıkıcı.

Unutmadan; bunu anlatan askeri kaynaklardan biri bana, 'Ama bu Süleyman Şah olayı çok gizli tutuluyordu' dedi. Ben de, 'Suriye yönetiminin, IŞİD'in ve tüm batılı gizli servislerin bildiği bir şeyi bir tek  Türk halkından gizlemek sizce tuhaf olmuyor mu?' yanıtını verdim.

Bu milli bir mesele ve milli bir kriz.. 

Bu iş kimsenin yıpratılması veya hedeflenmesi meselesi değil. Duygusallığa kapılmadan, savaşa girmeden ve askerler ile Türbe'ye zarar getirmeden bu işin, hükümeti, askeri, Mit'i ve muhalefeti ile çözülmesi gerekiyor.

27 Ocak 2015 Salı

SÜLEYMAN ŞAH'TA TÜYLER ÜRPERTEN 4 İDDİA


TÜRKİYE'NİN gündemi o kadar hızlı değişiyor ki zamanında bir numaralı aciliyeti olan mesele bir bakıyorsunuz bir anda ortadan kayboluyor. Hem de çözülmeden ya da ne olduğu netleşmeden. Aslında o sırada o mesele de kaybolmuyor, hatta giderek ülkenin başında dev bir habis ur halini alıyor.

Hatırlarsanız, daha geçen aylarda Türkiye'nin yurtdışındaki tek vatan toprağı olan Suriye sınırlarındaki Süleyman Şah Türbesi'nin, bölgeyi işgal eden IŞİD'in saldırısına uğrayabileceği iddiaları büyük endişe yaratmıştı.

Türbe'nin kuşatıldığı dahil benzer iddialara ise hükümet ve asker'den yalanlama gelmiş, 'Buna cesaret edemezler. Kimse sabrımızı test etmesin' yönünde daha önce de çok seslendirilen mesajlar verilmişti. Böylece Türbe ve orayı koruyan askerlere dair endişeler o an için dağılmıştı.

Bir süredir tamamen IŞİD'in kontrolü altındaki bölgede bulunan Türbe'ye dair pek haber duyulmuyordu.

Ta ki,  son olarak  bir asker ailesinden gelen haberin detaylarını araştırırken karşılaştığım tüyler ürpertici iddialara dek.

Bölgeden, asker ailelerinden ve bazı askeri kaynaklardan aldığım bilgilerle karşımıza çıkan çerçeve eğer gerçekten bu şekilde ise durum Türkiye açısından maalesef oldukça can sıkıcı.

Çünkü mesele bir bakıma Türkiye'nin inisiyatifi dışında askerlerin kapana kısılı kalması meselesi.

İşte tüyler ürperten  iddialar, o sorular;

1-) Suriye sınırları içindeki Süleyman Şah Türbe'sini koruyan askerler normalde 2 ile 3 ay arasında değiştirilir. İddiaya göre, geçtiğimiz Mart ayından beri yani yaklaşık 11 aydır değiştirilmiyor. Bunun sebebi Türkiye'nin kararı mı yoksa IŞİD'in izin vermemesi mi? Asker ailelerinden de çok mağdur olduklarını söyleyenler var.

2-) Bir bilgiye göre, son olarak geçtiğimiz Eylülde,  Ankara, Türbe'de aylardır kapalı kalan 40 civarındaki askerini değiştirmek isteğini IŞİD'e iletti. IŞİD ise, buna karşılık,' Türkiye batı ile işbirliği yapıyor' gerekçesi ile red yanıtı mı verdi?

3-) Doğal olarak, aylardır orada bulunan askerlerin, Türkiye'den gelen stoklar bittikçe su ve gıda gibi insani  ihtiyaçları ortaya çıkıyor. Bu ihtiyaçları da IŞiD'in karşıladığı ve Türkiye'den erzak sevkiyatına bile izin verilmediği söyleniyor.

4-) IŞİD güçlerinin Türbe çevresinde sürekli olarak Türk askerlerine yönelik psikolojik yıldırma amaçlı faaliyetler yaptığı belirtiliyor.  Bunlar doğru mu? IŞiD mevzilerini bombalarken düşürülen Ürdün savaş uçağının pilotunun verdiği ifadede,Türkiye'den kalktıkları gibi bir iddiada bulunması IŞİD'de Türkiye'ye yönelik bazı aşırı uçların daha da aşırı harekete geçebileceği endişesini beraberinde getiriyor.

&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&

TÜYO MERKEZİ

1) CUMHURBAŞKANI Tayyip Erdoğan'ın başkanlık ettiği bir önceki Bakanlar Kurulu toplantısında detaylı olarak IŞİD tehdidi görüşüldü. Toplantıya yakın kaynaklardan alınan bilgiye göre, Türkiye'de son 2 ayda gerçekleştirilmesi planlanan son çok büyük 3 saldırı önlendi. Bunlardan 1'i El Kaide diğer ikisi ise IŞİD kökenli.

2) Terör saldırıları için adı konmamış bir alarm durumu var. Uzmanlara göre, büyük şehirler de risk altında ama asıl Gaziantep-Urfa hattı bir terör eylemi açısından halen yüksek risk bölgesi.  20 bin aşırı dinci örgüt üyesi ve sempatizanın Türkiye'de olduğu ya da bir şekilde sınırdan girdiği değerlendiriliyor.

3) Paris'teki son kanlı saldırının ardından Türkiye'ye Avrupa'dan gelen Avrupa pasaportlu Ortadoğu ve Afrika kökenlilerin çoğu markaja alındı. Türkiye üzerinden bugüne dek 10 bin kişinin bu şekilde Suriye'ye geçtiği konuşuluyor.

4) Daha sıkı kontrol amacı ile polis ve istihbarat birimlerinin havaalanlarında pasaport polis bankolarının arkasında gölge izleme ile özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere'den gelenleri takip ettikleri ifade ediliyor.

19 Ocak 2015 Pazartesi

1) BAŞKAN'DAN NET MESAJLAR 2) 17.'Yİ ÇOK SEVİYORUM 3) TÜYO MERKEZİ


HAŞiM KILIÇ'TAN NET MESAJLAR


-Hak ve özgürlükler Türkiye'nin en önemli sorunu


-Kimsenin hakkını yemedik


-Vicdanım rahat


-Arkamda çok güvendiğim bir ekip bırakıyorum


-Bu mahkeme Türkiye'nin iklimine son bir yılda çok önemli katkıda bulundu


-Hukukun doğruları ile siyasetin doğruları ayrıdır


ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, 13 Mart'ta emekli oluyor. 1990'da dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal'ın ataması ile yüksek mahkemede görevine başlayan ve ardından da son 8 yılı başkanlıkla geçen tam 25 sene.

1950 doğumlu Kılıç 65 yaş nedeniyle Mart ortasında emekli olacak. Gözler tabii ki emekli olduktan sonra da ne yapacağı veya siyasete girip girmeyeceğinde olacak.

Bir süreden beri özellikle, 'Neden suskun, çıksın şimdi konuşsun' diye baskı altında. Her kesimden kendisine konuşması için baskı da giderek artıyor.

2008 Temmuz'unda tüm dünyanın nefesini tutarak izlediği AKP'ye yönelik kapatma davasını reddeden Anayasa Mahkemesi, o gün 6’ya 5 ile bu kararı almıştı. Dava için bu ülkenin bir demokrasi ayıbı' diyen Kılıç da tabii ki o 6 ismin içindeydi. O zamanlarda alkışlanan Haşim Kılıç, sonradan bazıları için yine 'kötü adam' oldu. Kimi zamanlarda, siyasi partiler, liderler alınan kararlar hoşlarına gitmeyince onu ve mahkemeyi sevmedi.

Türkiye gibi sadece kendi yaptıkları, söyledikleri ve düşündüklerini doğru kabul eden siyasetçilerin ve oluşumların ağırlıkta olduğu bir ülkede hukuka dayalı kararlar almak ve bununla da herkesi memnun etmek....

İnsan bunu düşününce bile yoruluyor.

Türkiye'de hukuken en doğru, en evrensel kararları da alsanız herhalde imkansız ötesi bir durum olurdu bu.

Çünkü bu ülkede verdiğiniz bir kararla bir zümrenin baştacı olurken, ileride işlerine gelmeyen kararlar alınca ya da söyleyince bir anda o zümrenin gözünde en kötü olabiliyorsunuz.

Tıpkı Anayasa Mahkemesinin başına gelenler gibi.

Yüksek Mahkeme son dönemlerde, başta Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda tahliyelerin yolunu açan kararları ile gündemde yerini almıştı. Ama asıl, 17-25 Aralık sonrası yargıya yönelik düzenlemelerin iptali, youtube ve twitter kararları ile bireysel özgürlükler ve evrensel demokrasi adına alkış alırken bazı çevrelerin boy hedefi haline geldi.

Bu nedenle, Haşim Kılıç, 'şimdi de ne diyecek, ne yapacak' diye Türkiye'de en çok merak edilen kişilerin içinde yer alıyor.


Şu anda görevinden ayrılmasına artık çok az süre kalsa da hala mahkemenin yoğun işleri ile meşgul. Toplantı üstüne toplantılara giriyor. Bu yoğun tempoda makamında kendisi ile sohbet ettik.

Emekli olunca bile siyasi bir tartışma içine özellikle girmemeye kararlı ama mesajları da net:

"Vicdanen rahatım. Ben ve diğer üyelerimiz bu ülkede kimsenin hakkını yememiştir. En azından bunun için azami çaba sarfetmiştir. Geride görevi bırakacağım arkadaşlarıma kefilim. Gözüm arkada değil, içim rahat.'

Sözlerini de şu ifadelerle devam ettiriyor:

'Bu kurum, Türk demokrasisine, Türkiye'nin iklimine özellikle son bir yılda hak ve özgürlükler adına, toplumsal anlayış adına çok önemli katkılarda bulunmuştur. Bugün siyaset ile karşı karşıya gelebiliriz. Bu her ülkede olur, çok normal. Siyasetin kendi doğruları vardır. Bizim de yani hukukun da kendi doğruları vardır. Bu ikisinin çatışması normaldir. Biz burada hiç siyasi karar almadık. Taraf olmadık. Tarafımız, yolumuz sadece Türk demokrasisi ve hukukun bağımsızlığı, tarafsızlığı oldu. Her kararı bu doğrultuda kendi aramızda tartıştık ve oyladık. Kararlarımız hep böyle çıktı. Bunun özellikle bilinmesini istiyorum.'

Çok ama çok kritik şeyler daha konuşuyoruz Türkiye'nin gündemine dair. Ama, 'off the record' prensibi paralelinde burada kesiyoruz.

Kılıç, polemiklere girmek istemiyor ama gazeteci arkadaşlara bir tüyo; Emekli olacağı günlerde soru cevaplı kritik bir basın toplantısı yapacak.

Tabii ki bir soru daha var; Emekli olunca ne yapacak?

Muhtelif senaryolar var ama onu da bırakalım siyaset tarihçileri yazsın...

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


17.Yİ ÇOK SEVİYORUM



FİLİSTİN Lideri Mahmut Abbas ardından Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev'in ziyaretleri sırasında gündeme gelen ve her biri tarihteki 16 Türk devletini sembolize eden Ankara Sarayı'ndaki askerler çok konuşuldu.

Övgülerde bulunanlar, sert şekilde eleştirenler hatta esprili capsler yapanlar da çıktı. Yine de, herhalde çoğu kimsenin her biri tarihte şan ve şeref timsali olan bu devletlere söyleyecek sözü yoktur.

Ama bende bu noktada çağrışım yapan nokta ise bambaşka.

O da bu devletlerin yıkılış hikayeleri. Çoğu birbirlerini yiyen ve iç kavgaları ile yıkılan devletler. Bugüne bakıyorum. Yine birbirimizi yiyoruz. Karşımızdakileri yok sayıp, kendi düşündüklerimizi dikte ettirmenin demokrasi olduğunu düşündüğümüz günler yaşıyoruz. Ülkede bir umutsuzluk, tahammülsüzlük ve beraberinde gelen karamsarlıklar.

İşte tam bu noktada, marifet, tarihteki 16 Türk Devletinin sayısını arttırmak değil.

Mevcuda yani elimizdeki vatana hep birlikte sımsıkı sarılmak. Toplumsal uzlaşı adına kim olursa olsun bir adım geri atmayı başarabilmek.

Ben ileride torunlarımızın, ' 17.si de Türkiye imiş ama kendini yemiş bitirmiş' diye geleceğin tarih kitaplarında bizi diğer 16 devlet gibi okumasını istemiyorum.

17.yi çok seviyorum ve onun ilelebet yaşamasını istiyorum...


~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


TÜYO MERKEZİ


-Türkiye'de 50 bine yakın ticari müessese cemaat ile bağlantısı olup olmadığı ve devletle ne derece iş yaptığı konusunda inceleme altına alınmış.

- AKP'de 3 dönem kuralının kırılması için içeride amansız mücadele halen devam ediyor. 4. dönemde tekrar seçilmek isteyen AKP'li bazı isimler Ankara-İstanbul hattında muazzam bir kampanya içinde.

-ABD yönetimi, Fransa'daki son kanlı saldırılar onrası Paris'teki törene üst düzeyde katılamamıştı. Bu konuda geri kalan Beyaz Saray, bir aksilik olmazsa Şubatın sonuna doğru, aşırılıklar, radikal terörle mücadele ile farkındalık odaklı dev bir dünya zirvesi yapmayı planlıyor. Buna Türkiye'den kimin gideceği, davetin nasıl olacağı, gidilip gidilmeyeceği veya orada nasıl bir tablo yaşanacağı şimdiden merak konusu.

-Devletin bir kurumunda iddialara göre, yayın ve programlarla ilgili bir komisyon ve rant ağı oluşmuş. Gelen ihbarlar üzerine detaylı ve gizli bir dosya hazırlandığı konuşuluyor.


7 Ocak 2015 Çarşamba

AYNI YOLDA DEVAM








AYLARDIR yaşanan kavgaları, tartışmaları, herşeyi kilitleyen, bıktıran, arada sıkışan sıradan insanların gelecekten endişe etmeye başladığı kamplaşmaları büyük bir dikkatle izliyorum.
"Bu ülke nereye gidiyor?" endişesi ile soru soran o kadar çok insan var ki...

Medyada, sokaklarda, internette her yerde elimizde sanki satır varmış gibi klavyelerle sözcüklerle birbirimize saldırıyoruz.  Ama sorun aslında giderek büyüyor.

Televizyonlarda her gece sırtını bir yere dayamış şuursuz savunucuların bağırışları sokaklara taşıyor. Onların nefret virüsünü bulaştırdığı onbinler, ertesi gün birbirine hücum ediyor. Biz de bir köşede bu saldırıları endişeli gözlerle izliyoruz. Ama bazen de bakıyorsunuz, bir gün saldırmanın doyumsuz zevkini alanlar ertesi gün hücuma uğrayan oluyor. Bitmeyen toplumsal bir kıyım, bir itibar erozyonu hepimizi teker teker vuruyor bu zor dönemde.

Sanki savaşı kazanacakmış gibi kendinden geçen ama aslında asla bu savaşın kazananı olmayacağını da bilmenin verdiği hırs gözleri, vicdanları kör ediyor.

BU GERGİNLİKLE ÇOK ZOR

Vatandaş ve ülke o kadar yalnız; o kadar korumasız ki. Sığınacak yardım isteyecek merci kalmamış. Devletin her birimi kendi içinde bölünmüş ve birbiri ile kavgalı. Vatandaşın canını malını hakkını huzurunu koruyacak devlet içten içe çatırdamaya başlamış. Biri diğerini yok etme derdinde. İş dünyasının devlerinden sıradan esnafa işçisine herkes bu gerginlikle nereye kadar korkusunda. Muhalefet edenler, hakkının yendiğini söyleyenler veya uygulamalara karşı çıkanlar 'acaba bana ne olur'' endişesinde. Kimse korkudan konuşamıyor. Hesap sorulması veya izah edilmesi gereken durumları seslendirenler mutlaka bir şekilde diye yaftalanıyor, saldırıya uğruyor.

Yargıda seçimler oluyor, haberler bile cemaat  ya da hükümet kazandı diye veriliyor. Türkiye'de normalde bir ülkenin en önemli meselesi haline gelmesi gereken olaylar, akla hayale gelmeyecek şekillerde formüle edilip arada kaynayıp gidiyor. Millet, zamanında birbirine en yakın olan isimlerin bugün birbirine nefretle saldırısına ve giderek bu ülkeden bir şeyler kopmasına şahit oluyor. Milletçe, aynı anda aynı şeylere üzülemez, aynı şeylere sevinemez hale geldik. Her gün nabzı 200, tansiyonu 20, şekeri 600 olmuş bir vücut değeri bir insanı ne kadar taşırsa bu ülkeyi de o kadar taşır bu gerginlikle.

Bu süreçte gazetecilerin herkesin popülist söylemleri bırakıp, daha da tarafsız olup; kim için olursa olsun, 'bu yanlış, ama bu da doğru' demesi gerekiyor. Kendi tarafına jest olsun diye 'ne yaparsan haklısın' diyerek aslında mevcut süreç daha da çıkmaza giriyor.

NE SÖYLEDİĞİM ARŞİVLERDEDİR

Meslek hayatım boyunca her tür şeye rağmen kimsenin hakkını yememeye, iyiye iyi kötüye de kötü demeye gayret ettim. Bu başörtüsü tartışmalarında da, hükümetin veya muhalefetin yaptığı tüm iyi veya kötü işlerde de böyleydi. Benim sicilim, yorumculuk yaptığım dönemde sabah en çok izlenen program olan CNN Türk'te Parametre'dedir. Arşivlerde, Ergenekon'dan Balyoz'a Gezi'ye dek ne söylediğim mevcuttur. Yandaşlık gibi bir amacım olsaydı örneklerinde olduğu gibi çok şey sağlayabilirdim. Yolsuzluk iddialarındaki en kilit isimle röportajı 'ona toplum vicdanı adına her soruyu sorarım' diye reddetmezdim. Ya da yandaş olsaydım, Mustafa Balbay'ın hapisten çıktıktan sonra 'Metehan en zor günlerimde en yakın dostlarımdan bile görmediğim desteği verdiğin için sana teşekkürü borç bilirim'' sözlerini duymazdım.

İNSAN HATA YAPMAZ MI?

Hiç hata yapmadım mı? Çok... Sonrasında kendime kızdığım yorumlarım da oldu. Kimi zaman heyecan, kimi zaman aceleden yanlışlarım da... İyi niyetimi sömürüp yanlış bilgilendirenlerin de kurbanı oldum bazen. Defalarca alkış alırken çok tepki de çekmişimdir. Hayatım boyunca toplumun huzuru, devletin sağlığı, devamlılığına önem verdim. Belki bu prensip beni zaman zaman körleşmeye itmiş olabilir. Ama çok daha önem verdiğim bir şey daha da vardı. O da bireysel özgürlükler. İnsanların inandığını söylemesi gerektiğine inandım hep. Hiç gizli saklım olmadı. Bana 'seni dinliyorlar' dediklerinde 'kimseden saklım yok ki' dedim.

HERKESİN CANI SAĞOLSUN

Aylardır Egemen Bağış ile aramızda geçtiği iddia edilen telefon konuşması ile ilgili içinde hakaret de olan çok sayıda mesaj geldi. Herkesin canı sağolsun... İçinde küfür ve hakaret olmazsa her tür eleştiriye açık biriyim. Hata yaparsam özür dilemesini de bilirim. Şu an, Türkiye'de devletin en tepesinden itibaren "arada bir de olsa" hata yapabileceği olasılığını kimse kabul etmiyor, özür dilemiyor. Ama aslında hepimizin hayatı hatalarda dolu değil mi?  Ve hatalarımızla doğru yolu bulmaz mıyız?

Gelelim şu ses kaydı meselesine. Bu tape ile ilgili o zaman, 'oynanmış da olsa' diyerek; hiç bir ilgimin olmadığı Hükümet-Cemaat savaşında haksız şekilde araya sıkışmaktan, bana güvenenlerce yanlış anlaşılmaktan ve şahsi hassasiyetimden dolayı özür dilemiştim. Çünkü bizim kitabımızda hiçbir zaman birilerini gizlice yasadışı dinleyip arkadan vurup şantaj yapmak olmamıştı ve böyle şeyleri bilmezdik.

Neler yazdı bazıları... Ne yazsalar da dikkatle okudum. Kimi duygusallıkla, kimi kızgınlıkla küfür etti, espri yaptı. Bazısı destek verdi, kimi küstü. Kimi de bunun büyük haksızlık olduğunu söyledi. Mutlak gerçek var ki, bu bana yapılmış bir pusuydu. Öyle bir pusu ki bugün beni, yarın da mutlaka sizi veya yakınlarınızdan birini vuracak kadar kötü bir zihniyet.

"Metehan o tapeyi kabul etti, hatta istifa etti ortadan kayboldu' dahil neler neler yazdılar.  Hepsi baştan sona yanlış. Öncelikle şunu belirtmek lazım; Aylardır bu olayı bizzat kendim araştırıyorum. Bizim kimseden çekinecek kaybolacak bir durumumuz asla olmadı.

O İDDİALARLA İRTİBATLANDIRILMASI ASLA KABUL EDİLEMEZ

Öncelikle, adımın geçtiği ses kaydını mide bulandırıcı yolsuzluk iddialarının olduğu 17-25 Aralık süreciyle irtibatlandırmak sadece yanlış değil aynı zamanda büyük bir ayıptır, haksızlıktır.
Ayrıca, o konuşma tek değil, farklı zamanlarda yapılan 3 ayrı çok eski konuşmayı içermektedir. Montaj dublaj diyecek sentetik bir savunmam asla olmadı, olmaz da. Ama bu konuşmalar bir araya getirildiğinde, özellikle din ile ilgili asla bir saygısızlık içermediğine beni tanıyanlar ve Allah şahittir.

Ömrüm boyunca dini değerlere saygı duymakla birlikte dindar gazeteci veya din üzerinden siyaset yapan rant sağlayan bir kimse olmadım. Yurtdışı gezilerde, siyasi kadrolara daha da yakın olmak için ilgisi olmadığı halde dindar görüntüsü verenlerden, dini ağzından düşürmeyip her türlü riyakarlığı yapanlardan da olmadım.

YANDAŞ SÖZÜ HAKARETTİR, TARAFIMIZ SADECE TÜRKİYE'DİR

Bugüne dek bu meslekte her noktaya tırnaklarımla geldim. Ne AKP'ye, ne devlete, ne CHP'ye ne de başka bir kişi ya da kuruma bel bağladım. O nedenle sadece hükümete değil herhangi bir yere yandaş gibi çirkin bir yakıştırmayı kendime sadece hakaret kabul ederim. Hükümetin her yaptığını onaylamak mesleğe en hafif tabiri ile kötülüktür. Yolsuzluk iddiaları dahil herkese her doğrusunu ve her yanlışını söylediğim eleştirdiğim kayıtlar, altını çizdiğim üzere CNN Türk arşivlerindedir.
Hayatım boyunca taraf tutamadım sadece her yayında söylediğim gibi  bu ülkenin on milyonları gibi Türkiye'nin tarafında oldum hep.

AYLARDIR BİLİNMEYEN GERÇEK

Bana en çok gelen eleştirilerin başında 'E sen hükümeti de eleştiriyorsun ama bak Bakanla nasıl samimisin, sana yakıştı mı?' geliyor. Çok haklı bir eleştiri. Ama bu süreçte öyle kirli bir algı operasyonu planlanmış ki bunun oyunun en kirli bölümlerinden biri olduğunu sonradan anladım. Burası çok önemli. Egemen Bağış'la konuşmaların derlemesi 18 Mart 2014'de internete verildi. Yani tam 4 Bakanla ilgili yolsuzluk tartışmalarının ayyuka çıktığı günlerde. Ve bu konuşma da sanki o günlerde yakalanmış ve ben de hiç bu iddialara aldırmadan sanki tam da vıcık vıcık o günlerde bu konuşmayı yapmış durumuna düşürüldüm. Bu gerçeği aylardır yargısız infazda bulunanlardan da dikkatle okumalarını rica ediyorum. O konuşmalar Nisan ve Mayıs 2013'de gerçekleştirildi. Yani, 17 Aralık'tan 8, tapenin yayınlandığı tarihten tam 11 ay önce... Aylardır susmanın merkezinde,bir haber için izini sürdüğümüz iki casusun hikayesi de vardı. Zaten bana bir gün önce 'sana unutamayacağın bir misilleme olacak' dendiğini bilenler biliyor. Yani beni ne Cemaat ne de hükumet ilgilendirdi en başından beri. O nedenle de bir şey söylemedim. Bu çatışmada yer almadım.

KONJONKTÜR DEĞİŞTİ DİYE DEĞİŞMEM

Konjonktür değişti diye zamanında merhaba dediğim cemaate yakın isimlere bugün kafamı çevirecek kadar çift karakter sahibi de olmadım. Zamanında, ne hükümetten, ne cemaatten, muhalefetten, ne de başka bir kesimden merhaba dediğim hiç kimseye bugün kafamı çevirmediğim gibi.

Cemaat meselesine gelince; yıllardır içlerinden tanıdıklarım var. Benim Cemaatle hiç ilgim yoktur ama bugün prim yapacak diye 'sen şu'sun sen bu'sun' diyemem ama eğer bu arkadan hançerlemeyi onların camiasından biri de yaptıysa, gerçekten ülkede bir yapılanma kuranları da varsa bunları da çıkarmak yine onların görevi. Hala o tanıdığım insanların içinde gerçekten iyi niyetli olanlar bulunduğuna inanıyorum.

BENİ KİMSENİN MAKAMI İLGİLENDİRMEZ

Doğrudur bir gazeteci bir bakanla en azından böyle konuşmamalı. Ama, Egemen Bağış'ı 1998'den beri yani siyasete girmeden çok önce New York'tan yakın tanırım. Eşini de. İkisi de arkadaşımdır. Ama asla ona yıllar boyunca adı ile resmi ortamlarda hitap etmemişimdir. Kendisi ayrıca eski bir Hürriyet çalışanıdır. Önemli olan benim onunla arkadaşlığımdan bir rant sağlayıp sağlamadığımdır. Beni, onun makamı da asla ilgilendirmemiştir. Kendisinin de diğer bahse konu isimlerin de yüzlerine bu sürecin izah edilmesi gerektiğini defalarca söylemişimdir.

Benim bugün üst düzey askerler, istihbaratçılar, en ılımlısından en radikaline dek farklı görüşlerin temsilcileri, CHP, AKP, MHP ve BDP'liler ile devlet bürokrasisinden çok daha yakın tanıdığım insanlar var. Özel telefon konuşmalarımda kimine abi de derim. Bu, onları 20 senedir tanıdığımdandır. Ama iş ile özel hayatı asla karıştırmadım. Buna da en çok yakın mesai arkadaşlarım ve siyasiler şahittir.

Öte yandan, din algısı için karıştırılan konuşmalar yerine, Umre'ye gitmeden önce Diyanet ile dikkat edileceklere dair konuşmalarım yayınlansaydı ben çok mu dindar görünecektim? Veya çok daha samimi olduğum CHP'li Gürsel Tekin ile yaptığım bir görüşme yayınlansa çok mu muhalif  olacaktım?

NEDEN "SAÇMALADIM" DEDİM?

Diyorlar ki, "Ama siz, 'bakalım bugün ne saçmalayacağız televizyonda' dediniz."  Evet onu dedim. Hala da diyorum. Televizyonda ne derseniz deyin sağduyu adına yol alamıyorsunuz ve her söylediğiniz suya yazılan yazılar gibi havaya gidiyor. Ne deseniz kötüsünüz. Ne deseydim sizce? Ya da size başka samimi bir soru sorayım: Her gün arkadaşlarınızla telefonda özelde sayısız konuşma yapıyorsunuz. Bu mahreminiz yayınlansa ne hissederdiniz?  Burada, herhalde mağduriyeti anlatmama gerek yok.  Dine saygısızlık ne benim ne de başka bir kimsenin haddidir.

Bugün asıl şaşırdığım birbirine küfür eden siyasetçilerin, gazetecilerin daha bir sene önce nasıl sarmaş dolaş dava arkadaşı oldukları... Ya da Tayyip Erdoğan'a 'emrederseniz' diyecek kadar kendinden geçen ve bugün size muhalif kimliği ile şirin görünen bazı gazetecileri de tebessümle izliyorum. Eminim bir gün onları da tanıyacaksınız, konunun muhatabı siyasetçiler kendilerinden neler neler istendiğini açıkladıklarında...

Ne iseniz aynen kalacaksınız. Ben bu yolda hükümet için de muhalefet için de  herşeye rağmen doğruya doğru, yanlışa yanlış demeye devam edeceğim.

YOLSUZLUK İDDİALARINA DAİR SÖYLEDİKLERİM ORTADA

4 Bakanla ve diğer ilgili iddialar hakkında benim bugüne dek söylediklerim ortadadır. Hiç bir zaman kimse için çizgimi tarafsızlığımı değiştirmedim değiştirmeyeceğim. Keşke Yüce Divan'a gitseler orada yargılansalardı. Yüce Divan ya da ne olursa olsun eğer kim nerede suçlu bulunursa, benim sorumluluğum tarafsız bir gazeteci olarak görevimi yapmaktır. Ama suçsuzluğu kesin delillerle ispatlanırsa da yine tarafsızlığımı korurum.

GAZETECİLİK SİYASİ TARAF TUTMAMAKTIR

Gazetecilik bence siyasi taraf tutmama mesleğidir. Eğer zaten tarafsanız da siyasete gireceksiniz. Bu meslek bu ülkede bu başkente artık çok zor. Kimsenin hatasını kabul etmediği herkesin her yaptığını doğru sandığı ve yanındakilerin sürekli 'efendim siz süpersiniz' diye alkış tuttuğu bir siyasi atmosferde, Ankara'da gazeteci olmak hele bir de yönetim pozisyonunda olunca bir kabus hâlini alıyor. İnsana dengeleri koruyalım derken hata da yaptırıyor. Bu nedenle kimi zaman iyi olan şeylerde bile konuştuğumda çok kez 'yandaşsın' diye hücumlarla  karşılaştım.

YANDAŞ GAZETECİ HER YERE YANAŞANDIR

Bugün artık Türkiye'de yandaş gazeteci meselesinin üzerine de gidilmeli. Sadece AKP değil seçimler yaklaşırken 'acaba bana da bir şey düşer mi' diye hükümete muhalif görünüp aslında başka partilere de sentetik şirinliklerle yanaşanlara da yandaş demek gerekiyor.

EN DOĞRUSU İÇİN BEKLEDİM

Aylarca susmamın sebeplerinden biri doğruyu yazabilmekti. Çünkü bu süreçte bana inanan insanlara en doğrusunu anlatmam gerekiyordu. Bugün gelinen noktada bazılarına göre herşey yolunda gitse de, anketlerde yüksek oylar görünse de buzda kaymaya başlayan bir araba kadar riskteyiz. Her şey bir şekilde birilerinden biliniyor mutlaka...

BU SAVAŞIN KAZANANI ASLA OLMAZ

Ama bir şey bilinmiyor;  o da bu savaşın kazananının asla olmayacağı ve kaybedenin de sadece bu halk olacağı.. Tıpkı, teker teker zihnen ruhen imha edilen bir toplum projesinin yavaş yavaş ülkede hayata geçmesi gibi.

TANIDIK GELDİ Mİ?

Yıllar önce yüksek lisans yaparken bir derste kendine, insanına güveni olmayan kamplaşmaya müsait ülkelerin nasıl zayıflatılabileceği üzerine yazılan senaryoları okumuştum. Orada aynen şöyle diyordu:" Eğer bir ülkede halen rejim demokrasi oturmamış, popüler söylemler iş yapıyorsa ve vatandaşa güven yoksa o ülkenin kurumlarına bu zayıflatma ve çöküş prensipleri rahatlıkla uygulanabilir. Bir ülke bitirilmek isteniyorsa önce silahlı kuvvetleri, sonra istihbaratı ardından da polis ve yargı kurumlarının içi boşaltılır, aidiyet hissi kırılır. Sonrası insanların huzursuzluğu ve kamplaşmasını getirir. Ardından istenen plan devreye konur."
Nasıl, tanıdık geldi mi?
Masada yıllardır elden ele dolaşan bir silah var. Silahı her eline alan kendini sonsuz güçlü ve ölümsüz sanıp diğerlerine ateş ediyor. Sonraki perdede silah diğerine geçiyor. Aynen yıllardır bizim birbirimize yaptığımız gibi.

'HESABI VAR'

Yılların sonunda şimdi anlıyorum ki, meslekte bile inanılmaz olaylar ve iftiralarla karşılaşmışım...  'Adınızı Metehan verdi, Hükümet sizi istemiyormuş, o nedenle sizi işten çıkarıyoruz' diyecek kadar üzerimden iş çevirmeye kalkanlardan, söylemediğim sözleri tepe yönetimlere aktarıp aklınca yerini sağlamlaştırmaya çalışanlara dek... Bugün artık bunların hepsini tespit etmiş durumdayım. Ama unuttukları bir şey var; "Allah'ın da bir hesabı vardır.'

KİMSE HATASINI KABUL ETMİYOR

Artık şu geldiğimiz noktada bugün Türkiye'de kimse eleştirilmeyi, hata yaptığını kabul etmiyor. Özür dilemiyor. Eleştirilerin bazıları da saygı sınırlarını aşıyor. Toplumun bir çok kesiminde kızgınlıklar var. Bu her geçen gün düşmanlığa doğru gidiyor. 16 yaşındaki bir çocuk tutuklanabiliyor. Kimse ne ona ne de başkalarına 'Gel anlat nedir hatamız' deme büyüklüğünü gösteremiyor.

Başta, hükümet olmak üzere herkes artık nerede hata yaptığını, nerede ne hesap vermesi gerektiği bilincine varmak zorunda. Ülkede bazı işler iyi gidiyor ama bazı işler hiç iyi gitmiyor.  Bence bugün Türkiye'nin en önemli sorunu 5 gidiş 5 gelişli yollardan çok, karşılıklı birbirimizi anlayacak gidiş geliş tek diyalog yolunun olmaması.  Dinlemiyoruz, empati yapmıyoruz. Sosyolojik bir restorasyon,  hayati öncelik arz ediyor.

BU ÜLKE BU SIĞ SULARDA BOĞULMAYI HAKETMİYOR

Bu ülke ne okyanuslar aştı ama bu sığ derelerde boğulmayı haketmiyor. Herkesin bir siyasi tarafı olacaktır. Bu çok doğal ama insan bazen en yakınının bile hatasını yüzüne söyleyebilme cesaretini ve samimiyetini gösterebilmeli. Şimdi, bu yazıyı okuduktan sonra akla hayale gelmeyecek yerlere çekenler de, hak verenler de ya da kendince ilgisiz bir sonuç çıkaranlar da olacaktır. Hepsinin şimdiden canı sağolsun. Ama herşey burada yazılı.

BU YOLDA DEVAM EDECEĞİM

Bu yazıyı ne kendimi sevdirme, ne günah çıkarma ne de moda tabirle bir algı operasyonu için yazdım. Bu bir borçtu. Ben bu adımı attım umarım anlayan anlar ve herkes de bu güzel ülke için üzerine düşeni yapar. Artık ne kaybedecek zamanımız, ne yıpranacak sinirlerimiz ne de geleceğimiz için lüksümüz kaldı. Ben bu yolda yürümeye devam edeceğim.

METEHAN DEMİR    

Ankara, 7  Ocak 2015